SEYHAN SİNCAR

Sessiz Enflasyon: Hayatlarımızdan Çalınan Zaman

Enflasyon yalnızca ekonominin teknik bir kavramı değildir. Bir matematik denklemi ya da kuru bir istatistik hiç değildir. O, hayatlarımızın içine sinsice sızan, cebimizden parayı alırken fark ettirmeden zamanımızı da çalan görünmez bir hırsızdır.

 

Çocuğun okul kantininde sıra beklerken yaptığı hesap, evin mutfağında alınan ürünleri tek tek kıyaslayan annenin bakışı, markette kasanın önünde “şunu geri bırakabilir miyim?” diyen babanın sessizliği… İşte enflasyon, bütün bu anların ortak adı haline gelmiştir.

Bugün Türkiye, tarihin en ağır ekonomik yüklerinden birini taşıyor. Resmî verilerle sokaktaki gerçeklik arasındaki uçurum, artık herkesin bildiği bir sır. Enflasyon TÜİK tablolarında soğuk bir sayı, pazarda ise bir çuval patatesin, bir kilo domatesin altında ezilen bir omuz. Ama mesele yalnızca rakamların artışı değil; mesele, insanların her gün biraz daha fazla zamanını hesap yapmaya, “nasıl yetirebilirim?” sorusuna harcaması. Enflasyon, paramızı kemirirken hayallerimizi de eriten sessiz bir yangına dönüştü.

1970’lerin Türkiye’sini hatırlayanlar bilir. Tüp kuyrukları, yağ kuyrukları, sigara kuyrukları… Enflasyon o dönemlerde görünür bir gerçeklikti. İnsanlar sabaha kadar kuyrukta bekler, en azından o bekleyişi birlikte yaşarlardı. Kuyruk, yoksulluğun ama aynı zamanda dayanışmanın adıydı. Komşular sırada birbirine sıcak çay taşır, çocuklar kuyrukta oynardı. Bugün nostaljik bir anı gibi dursa da o kuyruklar, ekonominin insanları ne kadar çaresiz bırakabileceğinin canlı tanıklarıydı.

1994 krizinde bir gecede paranın değerini yitirmesi, insanların elinde tuttukları maaşların daha cebine girmeden buharlaşması, hafızalara kazındı. 2001 krizi ise bankaların iflasıyla, işsiz kalan yüzbinlerle ve bir gecede kapanan dükkânlarla hatırlanıyor. O dönemlerde de enflasyon, hayatı altüst eden bir fırtınaydı ama en azından adı konmuş bir felaketti. İnsanlar yaşadıklarının adını koyabiliyor, “kriz” diyebiliyordu.

 

Bugün ise durum çok daha ağır. Enflasyonun tarihteki örnekleriyle kıyaslanamayacak boyutta olduğunu herkes hissediyor. Ama ortada 1970’lerdeki gibi uzayıp giden kuyruklar yok. Marketlerin önünde kimse sabaha kadar beklemiyor. Tüp kuyruğu yok, yağ kuyruğu yok. Peki neden? Çünkü artık kuyrukların yeri değişti. O görünür kuyruklar, neoliberal tüketim düzeninde görünmez hale geldi. İnsanlar bugün kredi kartı limitlerinin kuyruğunda bekliyor. Bankaların dijital ekranlarında uzayıp giden borç satırlarında bekliyor. Sokaklarda değil, borç defterlerinde sıralanıyor insanlar.

 

Bir başka deyişle, enflasyonun yarattığı kuyruklar artık mutfaklarda, çocukların beslenme çantalarında, alışveriş fişlerinde saklı. Bir baba markette çocuğunun istediği çikolatayı sessizce rafa geri bırakıyorsa, işte o görünmez kuyruğun içinde. Bir anne “markasını değiştirdim, daha ucuzunu aldım” diyorsa, o kuyruk artık mutfağın içinde uzuyor. İnsanlar artık sokakta beklemiyor ama vicdanlarında bekliyor. Bu, tarihin en acımasız kuyruğudur: görünmez ama herkesi tüketen bir bekleyiş.

Geçmişte kırsalın sağladığı bir başka güvenlik alanı vardı. Şehirde yaşayan aileler, köyden gelen çuvallarla buğday, pirinç, fasulye, bulgurla idare ederdi. Ekonomi sallansa da evin erzağı tükenmezdi. Köyde üreten el, şehirdeki kardeşine dayanışma eli uzatırdı. Bugün o imkân da kalmadı. Kırsal üretim gücünü kaybetti, köyden şehre gönderilecek çuvallar azaldı. Market rafları, insanların tek adresi oldu. Böylece hem enflasyonun darbesi ağırlaştı, hem de geçmişin dayanışma kültürü kayboldu.

Bugünün gençliği ise bambaşka bir cenderede. Sosyal medyada her gün karşılarına çıkan lüks yaşam imgeleri, kolay para kazanma hayali, gerçeklikle bağlarını koparıyor. Çalışarak, emek vererek bu hayallere ulaşamayacağını gören birçok genç, yasa dışı yollara yöneliyor. Bahis siteleri, kripto dolandırıcılıkları, “kolay kazanç” vaat eden ponzi sistemleri… Daha 20’li yaşlarında kara listeye düşen, kredi sicili bozulan, borç batağına saplanan gençler var artık. Yalnızca gelecek hayalleri değil, ticari sicilleri de kirleniyor. Bu, sessiz enflasyonun en dramatik sonucu: gençliğin temiz bir sayfa açma imkânını bile yok etmesi.

Ve bu borç batakları gizlenmeye çalışılıyor. İnsanlar, kredi kartı borcunu ödeyemese de dışarıda hâlâ “normal” bir hayat sürüyormuş gibi görünmek istiyor. Komşusunun yanında eksik görünmemek, sosyal medyada “ben de yaşıyorum” algısını sürdürmek için çırpınıyor. İki farklı hayat yaşanıyor: içerde faturaların baskısı, dışarda gösterişli bir maske. Bu ikili çaresizlik, ağır bir psikolojik baskı yaratıyor. İnsan, hem borcun yükü altında eziliyor hem de bunu belli etmemek için kendi iç dünyasında tükeniyor. İşte bu baskı, giderek artan borç intiharlarının da arka planını oluşturuyor. Görünmeyen kuyruğun bir ucu da mezarlıklara uzanıyor artık.

Gelir–gider tablosu da bu trajediyi açıkça ortaya koyuyor. Bugün emeklilerin maaşı 14–17 bin TL aralığında. Asgari ücret 22.104 TL. Büyük şehirlerde en düşük ev kiraları bile 10.000 TL’den başlıyor. Yani asgari ücretli bir çalışanın maaşının neredeyse yarısı kiraya gidiyor. Elektrik, su, doğalgaz, ulaşım ve mutfak masrafı eklendiğinde ortada yaşamaya değer bir pay kalmıyor. ENAG mı TÜİK mi tartışmalarına girmeye gerek yok; maaş–kira denklemine bakmak yeterli. Gerçek, rakamlardan daha güçlü konuşuyor.

Eskiden tek maaşla 4–5 kişilik bir aile geçinebiliyordu. Baba çalışır, anne evin düzenini kurar, çocuklar okur, evde huzur olurdu. Bugünse ailede kaç fert varsa o kadar çalışanın olması gerekiyor. İki maaş evin giderini anca karşılıyor, bir kişi işsiz kaldığında aile bütçesi açık veriyor. Bu kırılgan yapı, toplumsal huzurun da en büyük tehdidi. İnsanlar artık yalnızca “işsiz kalırsam ne olur?” kaygısı taşımıyor; “ailem bir anda dağılır mı?” korkusuyla da yaşıyor.

 

Bir zamanlar yoksulluk birlikte yaşanırdı; şimdi ise bireysel yalnızlıklara bölünmüş durumda. 1970’lerde sabaha kadar kuyrukta bekleyen insanlar, en azından komşusuyla aynı kaderi paylaşıyordu. Bugün herkes kendi evinde, kendi borçlarıyla baş başa. Bu yüzden enflasyonun açtığı yara çok daha derin: görünmez, paylaşılmayan, sessiz bir yara.

Enflasyonun bir diğer yüzü, zaman kaybıdır. İnsanlar artık hayal kurmak yerine fiyat hesaplıyor. Evlilik planları erteleniyor, çocuk sahibi olma kararları öteleniyor, gençler “yurt dışına gitmek” dışında bir gelecek hayal edemiyor. Çünkü enflasyon yalnızca fiyat etiketlerini değiştirmiyor, insanların hayat planlarını da değiştiriyor. Her geçen gün biraz daha çalınan, aslında bizim geleceğimizdir.

Tarih bize bir gerçeği tekrar tekrar öğretiyor: Krizler yalnızca ekonomiyi değil, toplumsal hafızayı da şekillendirir. 1970’lerin kuyruklarını gören kuşak, bugünün görünmez kuyruklarını anlayamayabilir. Ama kuyrukların şekli değişse de yaşattığı çaresizlik aynı. O yüzden bugünü hafife almak, en büyük yanılgı olur. Çünkü görünmeyen kuyruklar, görünür olanlardan çok daha tehlikelidir. Sessizce hayatlarımızı tüketir, fark ettirmeden umutlarımızı kemirir.

 

Ve işte asıl soru burada karşımıza çıkıyor: Biz hangi kuyruktayız? Bankaların borç kuyruğunda mı, geleceğini erteleyen gençlerin kuyruğunda mı, mutfakta kısılmış hayallerin kuyruğunda mı?

1970’lerde sokaklarda uzayan kuyruklar vardı. Bugün vicdanlarda… Ve her kuyruk aynı soruyu sorduruyor: Ne zaman bitecek bu bekleyiş?

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri