- 02 Kasim 2025 - PARLAYAN CAMIN ARDINDA: ISINAMAYAN HAYATLAR
- 19 Ekim 2025 - Gençliğin Çaresizliği: Gelecek Bekleyemez
- 28 Eylul 2025 - DİJİTAL TUTSAKLIK
- 20 Eylul 2025 - Sessiz Enflasyon: Hayatlarımızdan Çalınan Zaman
- 10 Eylul 2025 - KIRILAN ZAMANIN ADI: FİLİSTİN
- 10 Eylul 2025 - ÇARESİZLİĞİN DİLİ: KONKORDATO
- 30 Agustos 2025 - Dicle’nin Sessiz Çığlığı
- 04 Nisan 2025 - Çarklar Dönüyor Ama Nereye?
- 10 Mart 2025 - FAİZ İNDİRİMİ SONRASI KONUT PİYASASI: RAKAMLAR NE SÖYLÜYOR?
- 12 Aralik 2023 - Batman'da Kiralık Daire Fiyatlarında Düşüş Bekleniyor
- 31 Ekim 2023 - Felsefe ve Doğru Yaşam: Düşünce ve Eylemin Derin Etkileşimi
- 07 Eylul 2023 - İKİNCİ ELDE YETKİ BELGESİ DÖNEMİ
- 07 Agustos 2023 - Çare(SİZ)siniz!?
- 17 Temmuz 2023 - BİLDİĞİMDİR ACITAN
- 13 Haziran 2023 - EKONOMİDE YENİ DÖNEM VE MEHMET ŞİMŞEK!
- 09 Mayis 2023 - SEÇİME GİDERKEN SON KULVARDA
- 01 Mayis 2023 - KENTSEL DÖNÜŞÜME DOĞRU YAKLAŞIM NASIL MI OLMALI?
- 24 Nisan 2023 - KONUT SEKTÖRÜ SORUNLARI
SEYHAN SİNCAR
KELİMELERİN KADERİ: ŞÜKÜR MÜ, HAMD Mİ? MUSİBETİN DİLİNİ YANLIŞ OKUMAK
İnsanın kaderle ilişkisi çoğu zaman dilinin ucunda başlar. Bir kelimenin hafifliğine sığınırız ama o kelimenin taşıdığı ağırlığı çoğu zaman bilmeyiz. Düşüncenin şekil aldığı yer, dudakların arasından çıkan o kısa cümledir. Ve niyet, kelimeyi yönlendirirken kelime de yavaş yavaş hayatı şekillendirir.
Sokakta yürürken, markette kasanın önünde, hastane koridorunda, ağır bir teşhis konuşulurken sürekli aynı refleks devreye giriyor:
“Çok şükür…”
Ama biz burada ince bir çizgiyi atladık:
Şükür nimete edilir.
Musibete değil.
Çünkü musibette şükür, insanın diliyle farkında olmadan kendine şunu demesidir:
“Bu acı bana yetmedi, daha fazlasını da kaldırabilirim.”
İnsanın kendi kendine ettiği en sinsi beddua, bazen bu kadar masum bir cümlenin içine gizlenir.
Güzellik ve estetik üzerine çalışan bir dostum, sadece görüntünün değil, sözün de estetiğiyle ilgilenirdi. Biz, alışkanlıktan “çok şükür” deyip geçerken o her defasında yüzünü buruştururdu. Bir gün daha fazla tutamadı:
“Musibete şükredilmez,” dedi. “Siz kendinize beddua ediyorsunuz. Başınıza gelene ‘çok şükür’ dediğinizde, ‘ben bunu sevdim, devamı da gelsin’ diyorsunuz farkında değilsiniz.”
Önce insan gülümser, “bu kadar da değil” der içinden. Sonra hayat, kelimelerin hesabını sakin sakin önüne koyar. Hastalık biter, işsizlik başlar. Borç kapanır, başka kapıdan dert açılır. İmtihan bitmez. İnsan, “Neden bu sınavlar hiç bitmiyor?” diye sorarken, ağzından çıkan cümlelerin hiçbirini hesaba katmamıştır.
Biz çocukluktan itibaren “şükretmeyi” öğreniriz, “hamd” etmeyi değil. Oysa tasnif aslında nettir: Şükür nimete edilir; hamd her hâle edilir. Musibetin dilinde sabır ve hamd vardır; nimetin dilinde şükür ve yine hamd. Şükür, tabiatı gereği çoğaltır. Neye şükredersen onu çağırırsın. Nimete şükredersen nimeti; musibete şükredersen, maalesef musibeti.
Hamd ise başka bir kapıdır. Hamd, “Bu hâlin de sahibi sensin, ben anladım, teslim oldum.” demektir. Kapıyı kapatır, imtihanı çerçeveye alır. Musibeti yüceltmez, acıyı kutsamaz; onu anlamın içine yerleştirir. Tıpkı yemekten sonra “Elhamdulillah” derken yaptığımız gibi… Aslında o cümlenin içinde şu vardır: “Bu bana yetti, fazlasını istemiyorum.” Nimeti teslim alır, hırsın kapısını kapatır.
Musibetten sonra “Elhamdulillah” demek de böyledir. “Bu sınav bana yetti, daha fazlasını talep etmiyorum, ben mesajı aldım.” demektir. Meselenin inceliği burada başlar. Biz çoğu zaman bunu tersine çeviriyoruz.
Tasavvuf, Hamd’ı nimete değil, nimeti verene duyulan sevgi olarak anlatır. Nimete sevinmek başkadır; hamd etmek, o nimetin sadece emanet olduğunu fark ettiğin andır. Musibette Hamdın sırrı da burada gizlidir. Musibete rıza göstermek değil bu; onu veren kudretin seni taşıdığı yere, seni dönüştürme çabasına yönelmek. Başına geleni alkışlamak değil, onu araç olarak görmek.
Dervişlerin söylediği bir söz vardır:
“Başına geleni şükürle değil, hamd ile karşıla;
nimeti şükürle çoğalt, musibeti hamd ile daralt.”
Biz ise çoğu zaman tam tersini yapıyoruz. Acının ortasında “çok şükür” deyip onu normalleştiriyor, nimetin ortasında da çoğu zaman unutuyoruz. Dilimizi ters yüz edince, kader algımız da sessizce bozuluyor.
Modern insanın başka bir derdi daha var: Kötü görünmek istemiyor. Kimseye “zor durumdayım” demek istemiyor. Bu yüzden ciddi bir borç içinde de, ağır bir tedavinin ortasında da, evladından ayrı düşmüşken de, aynı otomatik cümle çıkıyor ağzından: “Çok şükür idare ediyoruz…” Bu çoğu zaman imanın cümlesi olmaktan çok, sosyal baskının kalkanı. Acıyı, edilgen bir dindarlık makyajıyla örtme çabası. Oysa acıyı inkâr eden, acıdan ders de alamaz. Dil acıyı yutarken, ruh onu başka yerden patlatır: öfke, içe kapanma, tükenmişlik…
Kelimeleri yerli yerine koymak, sadece akide meselesi değil, psikolojik bir hijyendir aynı zamanda. Bir de hamd ve şükrün, sosyal medyada statü cümlesine dönüştüğü bir çağdayız. “Elhamdulillah kahvemizi içiyoruz”, “Elhamdulillah yeni arabayı aldık”, “Çok şükür yeni eve geçtik…” Gösterme ihtiyacı ile şükür duygusu birbirine karıştığında, kelime ruhunu yitiriyor. Şükür, gösterişle yan yana durduğunda nimetin bereketi de, dilin ağırlığı da azalıyor. Hamd, story filtresine sıkışacak bir kelime değil.
Dil, insanın kader defterini yazan elidir. Çocuğa “Allah cezanı verir” diye büyüyen kuşakların zihninde Allah nasıl yanlış bir yere oturduysa, musibetin ortasında “çok şükür” diyerek acıyı olağanlaştıran dil de başka bir hasara yol açıyor. Musibeti, “olması gereken” bir konfora çeviriyor, sınavın ağırlığını görünmez kılıyor.
Doğru denge aslında basit: Musibette sabır ve hamd; nimette şükür ve hamd. Sabır, taşıma gücü verir; hamd, anlam kazandırır; şükür, nimetin devamını çağırır. Bu üçü yer değiştirirse insan hem acıyı hem nimeti yanlış okur; ya acıyı kutsar ya nimeti hafife alır.
O yüzden mesele “şükretme” demek değil; neye, hangi isimle, hangi anda ne söylediğini bilmek. Musibet anında diline yapışan “çok şükür”, acıyı nimet dilinin içine sokar. Bu, bilmeden kendine karşı hoyratlıktır. Daha doğru olan, acıyı inkâr etmeden kurulan cümledir: “Zor bir sınavdan geçiyorum, yine de Elhamdulillah, anladım, ayaktayım, teslimim.” Burada hem acının adı konmuştur hem de insan, acının üzerinde bir yerden konuşmaktadır. Hamd, musibeti yüceltmek değil, musibetin seni esir almasına izin vermemektir.
Kısacası, şükür nimeti çoğaltır; hamd hâli çerçeveye alır; sabır, insanı ayakta tutar; tevekkül, hepsini birbirine bağlar. Biz çoğu zaman kelimenin kaderini yaşıyoruz sanırız ama çoğu kez kaderin kelimesini konuşuruz. Yine de şu gerçek değişmez: Dilini değiştiren, kaderinin yönünü de az ya da çok değiştirir.
Musibetin ortasında söylememiz gereken cümle, belki tam olarak şudur:
“Elhamdulillah, bu bana yetti, anladım.”
Nimetin ortasında söylememiz gereken ise:
“Çok şükür, farkındayım.”
Dostumun kulak tırmalayan ama isabetli uyarısını hatırlamakta fayda var:
“Musibete şükreden, kendine bela çağırır;
nimete hamdi esirgeyen, nimeti hafife alır.
Kelimenin yerini bil, kaderin yolunu bul.”
Belki musibetler bu sayede bir anda bitmeyecek. Ama biz, musibetle kurduğumuz ilişkiyi düzelteceğiz.
Ve bazen kader, tam da orada, dilimizin ucunda yön değiştirmeye başlar.




Henüz Yorum yok