DR.MEHMET NAİM BOZ

KAYIP MEDENİYETİN ASİMO’SU

“De ki: “Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin akibetlerinin nasıl olduğuna bakın (görün)…” ( Rum / 42).  “…Eğer bilmiyorsanız bilgi sahibi olanlara sorun”( Nahl / 43). Yüce Allah kullarına okumayı öğrenmeyi emrettiği gibi, bilen ile bilmeyenin bir olmayacağını da âyette şöyle beyan etmektedir:  “…De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Doğrusu ancak akıl izan sahipleri bunu anlar.(Zümer / 9). 

 

Maziye dalıp gitmek… Anılar, hatıralar, yaşanan ibretlik olaylar… Dünyadan göçüp gidenler…  Bazen insan duygulanır… Bazen üzülür… Bazen de kayıp medeniyetin tarihinden ders çıkarılır… 620 yıllık güzide bir o kadar da muazzam mükemmel Osmanlı medeniyeti insanlığa, dünyaya neler öğretmedi ki… 

Sömürgeci batının dünya devletlerine yutturduğu bilim, tıp ve teknoloji alanında ki ilerleyişi kesinlik ama kesinlikle bu koca devletin yıkılışından sonra çalıp ülkesine aktardığı her birisi birbirinden daha kıymetli olan eserlerdir… 

Batıya gidip oradaki kütüphaneleri görenler, o kütüphanelerde Şarkiyat ( doğu bilimleri) adı altında devasa bölümlere şahit olmuşlardır… Batı Osmanlıyı yıkmak için her türlü entrika ve desiselere başvurup başarılı oldu gibi görünüyor… Osmanlı yıkılınca sömürülmesi kolayı küçük küçük devletler kurdular… Osmanlıdan sonra o devletler yetim bırakıldılar… Bu bilinen ve inkâr edilemez tarihi gerçeklerdir… İnsanlar yetim olabildiği gibi devletlerde yetim olabilmektedirler... 

 Japonlar Osmanlı medeniyetinin uzağında bile olsalar, kayda değer incelemeler yapıp bu medeniyetin büyüklüğünden faydalanmak için geri kalmamışlar… Buyurun sizlerle beraber yaşanan bir olaya göz atalım…

Hayatta kitaplar kadar, bilgiyi aktaran, insani etkileyen bilge ve tecrübe sahibi mümtaz şahsiyetlerin yeri de inkâr edilemez. 

Üniversite bitirenler bilirler, fakülte son sınıfta her hangi bir konuda bitirme tezi yazılır. Yıl 1987 Kutsal şehir Medine-i Münevverde fakülte son sınıfta öğrenci iken bitirme tezini; çocukluğumda gezip görüp çok etkilendiğim koca surları, Ulu camisi ve şöhretiyle tarihe damga Diyarbakır’ın tarihini yazmaya karar vermiştim. 

 

Karar verdik vermesine, yazmanın kolay olacağını zan etmiş, doğrusu biraz yanılmıştım. Yaz tatilinde Diyarbakır’a geldik (sudan çıkmış balık gibi) ne yapacağız, kime gideceğiz biraz zor olmuştu. Bir kaç kapı çaldıysak ta nafile… O günleri büyüklerim ve yaşıtlarım iyi hatırlarlar kurumlarda hak-hukuk, adalet, liyakat, hoşgörü biraz sancılı bir süreçti… 

Derken bir dostun aracılığı ile dönemin Kültür müdürlüğünden yardım aldık ve bizleri Abdüssettar Hayati Avşar Bey’e gönderdiler… Abdüssettar Hayati Avşar hocayı bulduk.  Kendimizi tanıttık, meramızı anlattık, memnun oldu yardımcı olacağını söyleyince biraz rahatlamıştım. Çok hoş, bilge, cana yakın tam bir Osmanlı beyefendiliği kişiliğe sahip biri idi. Bilgi ve belge toplamak için sık sık görüştük… Çok istifade ettik. Muhabbet koyulaşınca anlaşılan genç yaşımıza binaen bizi çok sevdi… 

Meğerki Arapça, Farsça, Kürtçe, Fransızca dillerine hâkimiyeti, el yazması eserlere olan merakı, tarihin sisli havası içinde yok olmaya yüz tutmuş birçok tarihi olguyu ortaya çıkaran bir mümtaz şahsiyet ile tanışmışız. 

Unutmamak üzere bize bazı önerilerde bulunmuştu: önerilerinden biri bundan sonra Diyarbakır değil hep Diyar-ı Bekir ismini kullanmamızı, Hakikatler ile hem hal olmak için Osmanlı devletinin tarihini yurt dışındaki kaynaklardan öğrenmeye çalışmamızı önermişti. 

Arapçayı bilip, pratik konuşmamızı görünce çok mutlu olup, elimden tutup; gel seni kayıp medeniyetin, girilmesi izne tabi olan Mesudiye Medresesinin (Diyar-ı Bekir Ulu Caminin bitişiğinde ) kütüphanesine götüreyim deyişi beni çok mutlu edip bir o kadar heyecanlandırmıştı. Çünkü ilgi ve merak duyduğum alanlar…

 Gitmesine gittik, şoklama ve üzüntü okyanusuna girmiş gibi oldum. O gün bugün aklıma geldikçe aynı üzüntüyü yaşıyorum.  Kısaca konu şöyle; Medresenin kapısını açınca medresenin içindeki bir odada belli ki uzun yıllardır kapalı ve girilmesi yasak bir mekân… Ecdat yadigârı eserler perişan bir vaziyette… Hepsi Arapça, farsça ve Osmanlıca eserler… (şimdi durum nasıldır bilmiyorum eminim el atılıp düzenlenmiştir.)

 

Değerli hocamızın o eserler arasından el yazması, küçük bir kitap çıkarıp elime verip oku, anladığını bana kısaca özetle deyişi hala aklımda… El yazma ama matbaa yazısından on kat daha güzel bir şekilde yazılmış tahminen 60-70 sayfalık bir eser idi... Okudukça hayretler içerisinde kaldım… Anlat bakalım ne anladın delikanlı, kitabın konusu ne…

 Hocam benim anladığım kadarıyla bu kitap robotun yapılmasında bahsediyor, der demez kocaman bir aferin aldık… Çok mutlu oldu bizi daha da sevdi… Eminim en az 200 - 300 yıl önce yazılmış bir eserdi… 

Şimdi sen beni dinle evlat; bundan kısa bir süre önce Japonlu bir heyet Ankara’dan izin alıp bu kitabın peşine düşüp arşiv kayıtlarından burada (Mesudiye Medresesinde)  olduğunu öğrenip geldiler…

Beraberlerinde Arapça, Farsça ve Osmanlıca bilen tercümanlarda vardı… Tüm kitaplar arasında aradıkları kitabı bulunca, mal bulmuş mağribi gibi - büyük sevinç ve coşku ile- kitabı alıp inceleyip, kitabın orijinalini alıp götürmek yasak olduğundan, o gün ki teknoloji (mikro film) ile el yazma olan bu kitabı noktasına kadar çektiler… Deyişi hala kulağımda çınlıyor…

 Bu eserler bizde, ama okumak yasak… Öğrenmek yasak… Üzüldü duygulandı birbirimizin duygu ve üzüntülerine ortak olduk… Bak evlat ömrüm yeter, yetmez? Allah bilir, ama yakın bir zamanda Japonların mikro film ile çekip aldıkları bu eserden (bizden kayıp olan bu medeniyetimizden) yararlanıp robot yapacaklar… Demesi beynimde şimşekler çakmıştı… 

Sonra alıp beni medresenin mihrabına götürdü… Mihrabın sağında ve solunda mermerden yapılmış yuvarlak, bilyeler üzerine oturtulmuş iki yuvarlak sütün kolon vardı… O dönemler de medrese görevlisi belli zaman aralıklarıyla gelip bunları döndürüyormuş… Rahat dönerse binada ve temelinde herhangi bir zarar yok demektir… O gün kendisi döndürmeye çalışıp dönmeyince, peki şimdi niye dönmüyor? Dedim ama keşke demez olaydım, hocam dondu, rengi soldu, oturdu biraz nefes aldıktan sonra; Evlât dünyada mimari açıdan benzersiz olan bu medreseler bir dönem ahıra çevrilmişti… Atların tepinmesi ile kolonların oturtturulduğu yer zarar görüp dönmez oldu… 

Bu şekilde bir medeniyet ya tahrip edildi yâda yok edildi… Kayıp medeniyetin tarihini üzülerek öğrendiysem de, fakülte bitirme tezimin konusunu (Diyar-ı Bekir’in tarihi) seçmemin üzüntüyle birlikte çok isabetli olduğuna sevinmiştim…

 Güzel muhabbetler… Tarihi bilgiler… Bana yardımcı olması sevgi saygının dorukta olduğu sayılı günlerden sonra, bilgi olarak alacağımı alıp hayır duasıyla ayrıldık… 

Yurt dışına döndük tezi Arapça olarak yazıp Fakültenin ilgili hocasına teslim ettik…

Fakülteden mezun olunca Mekke’de 5 yıl tünel projelerinde yöneticilik yaptıktan sonra ülkeme dönüp, çok sevdiğim öğretmenlik mesleğime başladım… Yıllarda hızlı geçip gidiyordu… 

Ve… Yıl 2004 Muhterem Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, o yıllar da bilindiği gibi Başbakan idi.  Honda ( Made in Japan) Türkiye'nin, Autoshow 2004 Fuarı nedeniyle Türkiye'ye getirdiği dünyanın ilk insansı robotu ASİMO... 

Honda Türkiye genel müdür yardımcısının anonsuyla sahneye gelen ASİMO, Başbakan Erdoğan'ın karşısına geçti. ASİMO, önce iki elini kaldırarak, sonra da eğilerek Başbakan'ı selamladı. ASİMO, Başbakan Erdoğan'ın önünde hünerlerini Sergiledi… Evet…  Herkes gibi bu kardeşinizde hayretler içerisinde Japon robotu ASİMO’ yu izlerken, yıllar önce Abdüssettar Hayati Avşar hocayla geçen diyalog ve bilgilere geri dönüp üzüntü içinde sanki KAYIP MEDENİYETİN ASİMO’ sunu İzliyordum…

Gel de üzülme… Velhasıl… Selam ve Dua ile 

 

NOT: 

Diyar-ı Bekir Suru; Diyar-ı Bekir;  Çok eski tarihlerde Amid, Omid, Amida vb. isimler ile anılmıştır. İslami dönemde Kara Amid, Kara Hamid, Diyar-ı Bekir isimleri anılmış, Cumhuriyetle birlikte Diyar-ı Bekir son olarak da Diyarbakır şeklinde değiştirilmiştir. Birçok değerli eseri barındıran, bu antik kentin coğrafi konumu, iklimi, sağlam alt yapısı ve Allah’ın bahşettiği bereketleriyle gerçekten ayrıcalıklıdır.

 M.Ö.69 yılında şehir Roma egemenliği altına geçip, 5,5 kilometre uzunluğu ile dünyanın en eski surlarından biri olan Diyar-ı Bekir surları, Miladi 349. yılında Roma İmparatoru II. Constantinious tarafından yaptırılmıştır.

Diyar-ı Bekir Ulu Camisi; Halife Hz. Ömer (r.a.) döneminde beş aylık bir kuşatmadan sonra şehir fetih edilip, ilk olarak ibadet ihtiyacının karşılanması için Mor Toma kilisesi Ulu Camiye dönüştürülmüştür. 

Yavuz Sultan Selim döneminde 1515 yılında Osmanlı hâkimiyetine giren Diyar-ı Bekir büyük bir eyaletin merkezi haline getirilmiştir. 

Kanuni Sultan Süleyman döneminde Amid iç kalesi genişletilmiş ve iç kaleye 16 burçlu iki kapılı bir bölüm daha eklenmiştir (Saray ve Küpeli kapıları). Hükümdarlığı döneminde dört defa şehri ziyaret eden Kanuni su kemerleri inşa ettirmiş, Diyar-ı Bekir’e ünlü Hamravat suyunu da getirtmiştir.  

Abdüssettar Hayati Avşar kimdir (çok kısa);  1918 yılında Musul’da babasının altıncı çocuğu olarak dünyaya gelir.  İngilizler Musul’da ailenin petrol imtiyazını ellerinden alınca aile buradan ayrılmak zorunda kalıp, Diyar-ı Bekir’e yerleşmişler… Altı yaşında iken annesinin ölümüyle sarsılır. Ruhunun derinliklerinde anne sevgisi daima bir özlem olarak nüksedecektir.  

Kültürlü bir çevrede yetişip, küçük yaşta dünya klasikleriyle tanışıp, Farsça, Arpaça ve Osmanlıcayı babasından öğrenir…

 Daima araştırmacı yapısı, Arapça, Farsça, Kürtçe, Fransızca dillerine hâkimiyeti, el yazması eserlere olan merakı, tarihin sisli havası içinde yok olmaya yüz tutmuş birçok tarihi olguyu ortaya çıkarmasına sebep olmuştur. 

Bunlardan bazıları: “Molla Ahmedê  Xasî,  Mevlana Muslihuddîn Lârî,  Diyar-ı Bekir Musikisi,  Hattatlar, Şeyh Fasih Dede, Melek Ahmed Paşa, Refet-i Amîdî, Seddidin Bini Rakika Amidi, Kemale-i Ümmi, Allame Suphi-i Âmidi olarak sayılabilir.  

Diyar-ı Bekir’de Üniversite kurulması için gösterdiği çaba, gazetelerinde haykıran kelimeler topluluğu olmuş. Tüm teşebbüs ve gayretleri neticesinde 1967’de Ankara Üniversitesine bağlı olarak Diyar-ı Bekir’de Tıp Fakültesi açılır, daha sonra DPT’nın önerileri dikkate alınarak mevcut Tıp Fakültesini de içine alan Diyar-ı Bekir Üniversitesinin kurulması, TBMM’nde 1973’de kabul edilen 1785 sayılı yasa ile sağlanmıştır.

Tüm teşebbüslerine rağmen ancak 1954 tarihinde İmam-Hatip Okulu eğitim öğretime başlamıştır.  

Dicle Üniversitesi tarafından “Tıp Tarihi, Hat, Türk Dili, Klasik Türk Edebiyatı, Türk Tasavvuf Edebiyatı alanlarındaki uzman kişiliği ile tanınmış, gazeteci, yazar, Diyar-ı Bekir’in mümtaz siması” cümlesiyle biten, 07.04.1995 tarihli  “Fahri Doktorluk Diploması” verilir. 

Abdüssettar Hayati Avşar’ı en güzel anlatacak sözü kendisinin beytiyle ifade etmek gerekir

An kes ki nedaned ve nedaned ki nedaned

Cehl-i mürekkeb ebedüd dehrü bimaned

(Bilmediğini dahi bilmeyenler: kendi uydurdukları fasit dairenin içinde, kurdukları labirentin boşluklarında döner dururlar) 

Doksan yaşına dayanmasına rağmen bu ilim-irfan çınarı hafızasının canlılığı, odasındaki onlarca el yazması eserlerden odaya yayılan koku, yaşama olan bağlılığının en güzel portresi olmuştur. 19 Ocak 2015 tarihinde, Ankara ‘da Hakkın rahmetine yolcu olur…  Mekânları cennet olsun…  

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri