SELÇUK ÖZYURT

Ne gidesim var, ne kalasım

Yorgunum…

Bir hayli fazla yoruldum. 

50 yaşına girdim. 42 yıldır hep yorgunum. Özellikle 42 yılımın 30 yılı hep çalışmakla geçti. SSK’lı günlerimin top-lamı 10 bin gün oldu. 

Halen emekli olamadım, EYT’liyim.

 

Bazen koca beynimi de alıp gitmek istiyorum ama hayal-lerim bile gitmekten yana tavır almıyor. Ayaklarım kalkıp gitmeye yeltense bile, beynim “otur yerine” diyor. 

 

- Nereye gideceksin? 

Bu soru,

 beynime üşüşüyor. 

 

***

 

Kendi kendime sorduğum sorulara cevap verirken bile, çelişkili hallere dönüşüyorum. Sonra anlıyorum ki can bizden gitmediği müddetçe ağırlığımız, bedenimiz burada yani İstanbul’da kalacak. 

Ahtapot gibi ayaklarına dolanmışız, ne biz onu ne de o bizi bırakmıyor. 

 

Hem iş hayatımız,

 hem yaşam şeklimiz 

bizi buraya 10’luk çivi ile çakmış durumda.

 

 

Dönüşümüz yine zor… Çünkü döndüğümüz yerlerde, geçmişimin anılarından başka tutunacak bir dal yok. Sığına-cak olduğumuz daimi yer toprağın altı, ona zaten kavuşaca-ğız. 

 

Emekliliğimiz kesintisiz, sonsuza kadar bizi bekliyor. Gelmişiz dünyaya. 

- Elhamdülillah Müslümanız. 

Sonsuzluk bizi bekliyor.

 

İyi kötü şu sınavı bir verebilsek. 

İnsan olabilsek… 

Çoğu şeyin cevabını vermiş olacağız zaten. 

 

Önümüzde çok şükür sonsuzluk âlemi var…

- Bundan büyük nimet var mı? 

 

Ne SSK gerekli, ne erzak. 

- Bize akıl ver Allah’ım! 

- Şu sınavı iyi bir kul olarak geçirmeyi nasip eyle. İçimiz, niyetimiz o yönde. Günahlarımız olsa da af kapılarımız var. Her şeyden önce yine Yüce Allah’ın merhameti var.

***

Şehrin üzerinde saatlerce tur atıyorum

 

Dünya işleri gerekli fakat boş işler… 

Geçmişimin izlerini İstanbul’un boğazına bakan yamaç-larında arıyorum. Bazen kendimi bir martı yerine koyup, şehrin üzerinde saatlerce tur atıyorum. 

- Şehrin pis kokusunu içime çekiyorum. 

Doğu Karadeniz’in doğasını arıyorum 

Belgrad, Şile ormanlarında. 

Sonra ayaklarım yere basıyor… Bazen Üsküdar, bazen Kadıköy Meydanı’nda ama genelde Taksim Meydanı’nda buluyorum kendimi. 

Sultanahmet Meydanı 

dinlendiriyor beni. 

***

Beyoğlu’nda kalabalığa karıştırıyorum kendimi;

- Kaybolup yok olayım bu şehirde. 

Fakat nereye gidersem gideyim, 

ben hep benimle geliyor.

Kendimi bir taşın üstüne oturtup uzaktan sey-redemiyorum. 

Sıyrılamıyorum kendimden. 

Ağırlaşmış bedenim, yorgun başım beni hiç tek başına bırakmıyor.

Etrafım insanlarla dolu olsa da milyonlarca insanın ya-nından, kenarından geçip içlerine karışsam da, ben hep benimle geliyor. Kendimi her an ezilecek bir böcek gibi tedirgin ve zavallı hissediyorum. 

 

Her iki omzumdaki melekler hesaplaşıyor benimle. 

İkisine de yaranamıyorum. 

- Git şu mekânda, iki duble rakı iç!

Birisi böyle derken diğeri uyarıyor;

- Aklını başına al!

***

Sonra Beyazıt Meydanı’nda buluyorum kendimi...

Sahafların raflarına göz atıyorum. Eski eserler bulup sa-hifelerinde yok olmak istiyorum. Satır aralarında hayatı-mın yanlışlarını, satır gibi kesen cümleler kovalıyo-rum. 

Bizim gibi kahır çeken insanların 

yaşam mücadelelerini, 

fikirlerini, 

bilgilerini sıkıştırıyorum beynime. 

Kafamın içinde yer açmak istiyorum gelecek olan kelime-lere, cümlelere, sahifelere… Bilgisayar gibi, cep telefonu gibi çöp kutusu yok ki bazılarını oraya atayım. 

Girenler orada kalmış, defolup gitmiyorlar. 

Beynimi kemiriyorlar. 

Allah kimseyi vatansız bırakmasın

Bir müddet sonra, çınar ağacının altındaki alçak sandal-yelerde oturuyor buluyorum kendimi. Önümde iki yaşlı amca oturmuş, cigara çay keyfi yapıyorlar. Yanımızdan Su-riyeli üç beş kişilik bir grup geçiyor. Yaşlı amcalardan biri soruyor;

- Bunlardan nasıl kurtulacağız?

Diğeri daha sakin cevap veriyor;

- Nereye gitsinler? Allah kimseyi vatansız bırakma-sın.

Sonra düşünüyorum, ne kadar güzel bir söz. 

Eziliyorum, bu sözüz altında. 

- Allah kimseyi vatansız bırakmasın.

Amcanın yüzünde, benim yaşadığım hayatın izlerinin iki katı daha var. O bu yaşında bu yükü çekerken, ben nelerden mızmızlanıyorum. 

- 50 yaşımda ben niye bu kadar yorgunum?

***

Tekrar kendi kendime konuşmaya başlıyorum…

- Senin kaçmak için uğraştığın bu yerlere, sığınmak iste-yen milyonlarca insan var. 

- Rahatlık neremize batıyor? 

Kısa bir zaman içinde bütün sandalyeler doluyor…

Gözüm çınar ağacının altında şiir kitaplarını ve hediyelik eşya satan şair Hüseyin Avni Dede’yi arıyor, göremiyorum bugün. 

- Bence o da hak ettiği değeri veremediğimiz bir şahsi-yet. 

Çok güzel şiir kitapları var. 

Şiiri onunla sevdim ben. 

Fakat Türkiye’deki yayıncıların derdi o değil. Ünlü olmuş şairlerin ya da şöhret sahibi insanların peşindeler.

***

Hava ikindi vakti…

 Sıcak bir gün. 

Günlerden cumartesi olmalı. Kolumda babamdan ha-tıra kalmış saatime bakıyorum. 1954 yılından Hıslon marka bir saat. 

Talebeyken dedem babama almış. Hatıra diye gözüm gi-bi bakıyorum. 

Yıpranmasın diye çoğu gün, 

koluma bile takmıyorum,

 saklıyorum.

Mübarek ikindi ezanı okunuyor…

Avluya girip şadırvanda serin su ile abdestimi aldım. Fe-rahlık çöktü üzerime. 

Sanki bütün günahlarım döküldü. 

İkindi vakti Beyazıt Cami’sinde namaz kılmak, cennetin kapısına dayanmış gibi bir mutluluk verir bana. 

***

Beyazıt hayatımın önemli bir diliminde, yurdum oldu

Allah bana 15 yıl bu bölgede, özel bir şirkette çalışmayı nasip etti. Beyazıt hayatımın önemli bir diliminde, yurdum oldu. Hayatıma, yaşam tecrübelerime önemli bir katkı yaptı. 

Çok dostum 

ve çevrem oldu.

Caminin içi serin, tatlı bir huzur abidesi… 

Halılar 600 yıllık tarihi eserler. İçeride yine tanıdık, bildik kediler dolanıyor. 

İki sıra cemaat oldu. 

Kalkıp çıktım camiden. Üzerimdeki yükleri atmış olma-nın huzuru içimde, sanki bir anda devleştim. 

Meydan kalabalık.

Turistler güvercinlere yem atıp, resim çektiriyorlar. Eskisi gibi işportacı tezgâhları yok. Belediye müsaade etmi-yor.

***

Canım Çemberlitaş’ta oturup bir Türk kahvesi içmek is-tedi. Oraya geçerken yolun kenarındaki Kubbealtı Neşri-yat’ın işletmecisi değerli insan, yazar Ali Kemal Yurdakul hocamı ziyaret etmek istedim. 

Nedense 

bugün yerinde yoktu. 

Çalışanlara selam verip, Çorlulu Halil Paşa Medresesi’ne girdim. Uzun yıllardır nargile cafe tarzı olarak kullanılıyor. 

İçeridekilerin sayısı,

 bir hayli fazla. 

Sırtını eski mezarlara dayamış gençler, kimisinin ağzında nargile hortumları, çoğunluğu sigara içiyor. 

Duman altı olmuş her yer. 

İstanbul Üniversitesi’nin gençleri burada. Yaşlı, genç nargile meraklıları yerlerini almış. Ortalıkta dolaşan genç-lerden birine orta kahve söyledim. Yarı duydu yarı duymadı gibi, ne cevap verdiğini de anlamadım. Tek olduğum için, konuşacağım bir insan yok yanımda. 

Yan masamda oturan gençler ülke siyasetini kurtarma telaşına düşmüşler. İçlerinden ikisi, birbirinin sözlerini ke-serek konuşuyor.

Birbirinin sözlerine,

 tahammül bile edemiyorlar. 

Diğer ikisi nargile çekiyor, bir dertleri yokmuş gibi duruyorlar. Belki de okul bittiğinde ne yapacaklarını me-rak ediyorlar. 

- Kimin ne derdi var? 

- Nereden bileceksin?

Ne zaman ben, benden çıkarsa o zaman rahatlaya-cağım

Çantamdan bir kitap çıkarıp arka kapak yazısını okudum. Önsözünü okudum, içindekilere göz attım. Hava çok sıcak.

Tekrar çantama güzelce yerleştirdim. Sevdiğim bir yaza-rın kitabı olsa da yazın bu sıcağında, hele de bu sesli ortam-da okuyasım gelmedi. 

- Ben gece kitaplarla haşır neşir olmayı daha çok seviyo-rum.

Kahvemi ve bir iki bardak çayımı içtikten sonra tramvay yolunun kenarından geçerken sinemaya gitmek istedim. Çemberlitaş Şafak Sineması’na uğradım. Afişlere, film saatlerine baktım; hoşuma giden bir film göremedim.

Sonra ben, beni alarak Cağaloğlu’ndan Sirkeci’ye yürü-düm. Kendimle başbaşa kaldım, beynimdeki soruların ce-vaplarını halen daha yoğuruyorum.

Ne zaman ben, 

benden çıkarsa o zaman rahatlayacağım.

***

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri